“Kaybetmek” ve “kazanmak” da bu kavramlardandır.

İnsan bazen ne kazandığını, niye kazandığını, neye göre kazandığını, kimi kazandığını; kazanırken başka bir şeyler kaybedip kaybetmediğini bilemez. Soyut sonuçları ile bakarız bu kavramlara çoğu kez. O anda bize bir faydası varsa “kazanmış gibi” seviniriz. Hatta bazen bu sevinçlerimizi (başkalarının kayıpları anlamına gelse bile) çok abartırız. Hâlbuki “kazanma kuşağında kaybetmek” diye bir olgu ve gerçek de vardır hayatımızda. Hani sonradan fark ettiğimizde o meşhur “sevincimizin kursağımızda kalması” olayı var ya... Tam da budur işte! Ancak biz bunu çoğu zaman erken fark edemez ya da kazanma sevincimiz daha da uzun sürsün diye görmezden geliriz.

Kaybettiğimizi zannettiğimizde de olur bu. Çok üzülürüz kaybettik diye. Hüzünleniriz. Bunu çoğu kez de abartırız. Oysa “her zaman hayırda şer, şerde de bir hayır olabileceğini” çok duymuşuzdur. Fakat insanız biz ve işimize geldiğinde daha çabuk “unuturuz” pek çok şeyi.

Bazı olaylar ve gelişmelerle ilgili erken sevinip bunun dozunu nasıl ayarlayamıyorsak, “kaybetmek” anlamına gelen bazı sonuçlar itibariyle de üzüntümüzü, dövünmemizi, ortalığı velveleye verme huyumuzu dozu epey aşkın bir biçimde ortaya koyarız. Oysa “kaybetme kuşağında kazanmak” da vardır hayatta. Sadece biz bunu algılayamayız bazen ve bu da kaybetme, yenilgiye uğrama, çaresizlik gibi bütün olumsuz kavramları yaşatır her şekliyle bize.

Kaybetmek ve kazanmak kavramlarını “kime göre”, “neye göre” gibi iki soru ile değerlendirmek bazen aklımıza kapı açabilir ve bizi çeşitli doz aşımlarından ve bunların zararlarından da koruyabilir.

Şimdi hayatımıza, çevremize şöyle bir bakalım; kim neyi kazanmış, gerçekten kazanmış mı; ne kadar sürecek bu kazanma? Kaybettiğimiz nedir? Neye göre, neyi kaybetmişiz? Kaybettiğimizi sanarak bu kadar dövünmemize değer mi? Kazandığımızı zannettiğimizi gerçekten kazanmış mıyız ya da kaybettiğimiz hayatımızın sonuna kadar hüznünü yaşayacağımız bir kayıp mıdır?

Mesela zengin birini görüyoruz. Evi, arabası, iyi bir işi, çevresi, imkânları var. Dışarıdan bakılınca “kazanmış” gibi duruyor değil mi? Sahip olduklarına sahip olmayanlar da bunu kendi adlarına “kayıp” gibi görebilir pekâlâ. Belki o insan veya aile de kendini bu anlamda “kazanmış” gibi görüyordur. Peki, bu gerçek bir kazanmak mıdır? Kime göre kazanmak? Neye göre kazanmak? Ne kazanmak?

Ya ailesinde huzur yoksa? Kazandığında hakkı olanları ihmal etmişse? Kendisinde veya yakınlarında bir sağlık problemi varsa? Ya bazı sorunlarının çözümü için “kazanmak” olarak gördüklerimiz yetmiyorsa? Ya bazı gelişmelerle ilgili çaresizse?

Sevememişse... Kendisini her şeye rağmen seven birisi olmamışsa...

Kazanmak olarak gördüğümüz bütün imkânları elde ederken ebedi bir kaybetmişlik yaşama yoluna girmişse! Kim bilir belki de içinden “Keşke şu imkânlarım, evim, arabam, zenginliğim olmasaydı da sağlığım, huzurum yerinde olsaydı!” diyorsa? Demiyorsa ve bunun farkında değilse bu da çok kötü bir “kaybetmek” değil midir zaten?

Hani bizim kültürümüzde “beterin beteri var!” diye bir yaklaşım var ya; gerçekten de beterin beteri var. Kaybetmenin de kazanmanın da beteri var. Nice insan yaşamında kaybetme kuşağında kazanmış, nicesi de kazanma kuşağında kaybettiğini hala anlayamamıştır.

Düşünebiliyor musunuz; siz bir hastalıkla ilgili tedavi ya da kontrol amaçlı hastanedesiniz. Üzülüyorsunuz, hastayım diye. Hatta “Nereden çıktı ki şimdi bu hastalık?” diye serzenişte bulunuyorsunuz kadere falan. Bazen ileriye gidip haddinizi aşarak sorgulamalara bile girebiliyorsunuz. O anda sizden daha çaresiz, daha onulmaz, komplikasyonları daha da “kaybetmişlik” anlamına gelen bir hastalıkla hastaneye gelmiş olan başka birine rastlıyorsunuz. Şimdi size göre o kaybetmiş. Siz de ona göre daha ehven bir hastalığınız olduğu için kazanmış mı oluyorsunuz?

Bu yazı burada böyle bitmemeli bence. Ama kendi kendimize; kendimizi, hayatı, hayırları, şerleri, beterin beterini, yaşanmışlıklarımızı, kazanmışlıklarımızı, kaybetmişliklerimizi bir düşünelim şimdilik. Maksadım zaten kafanızı karıştırmak ve olumlu bir “farkındalık” meydana getirmek zihinlerinizde. Sonrasını yine yazarız başka bir zaman.

Hani dedik ya; kime göre, neye göre?