Nobel edebiyat ödülü sahibi Knut Hamsun’un İstanbul’daki tanıklıklarına dayalı olarak 130 yıl önce kaleme aldığı metin, Batı medyasının bugünkü taraflı tutumunun kökenlerine işaret etmesi bakımından önemli bir muhtevaya sahip. Kitabın içeriğindeki temel anekdotları aktarmadan önce bugünkü duruma dair bir tasvir yapmakta fayda var.

Knut Hamsun’un Osmanlı devleti ve Sultan İkinci Abdülhamid hakkında Avrupa gazetelerinden edindiği fikirlerle, İstanbul’a gelince gördüğü gerçekler arasındaki tezat karşısındaki şaşkınlığı önemli bir tanıklıktır.

Son yıllarda Batı medyasında yer verilen Türkiye karşıtı haber ve köşe yazılarında ciddi bir artış var. Bu haber ve yorumlar söylem analizine tabi tutulduğunda, belirgin şekilde bilgi eksikliklerinin var olduğu görülüyor. Ayrıca iliklerine kadar işlemiş rahatsız edici bir önyargının varlığıyla yüzleşmek de kaçınılmaz. Bilgi eksikliği ve ön yargı birleşince, ortaya karalama kampanyası dozunda saplantılı içerikler çıkıyor. Çoğunda sübjektif tonları baskın olan tek taraflılık hâkim. Gazeteden televizyona, ajanslardan internet sitelerine uzanan çizgide benzer dışlayıcı ve etiketleyici bir literatür kullanılıyor.

Hamsun’un ifadeleri Avrupa medyasının Türk devleti ve Türkler hakkındaki kara propagandasının ne kadar eski olduğunu özetliyor.

Maalesef bu türden yayınların hem Batı dünyasında hem de (İngilizcenin yaygınlığı üzerinden) küresel ölçekte alıcısı var. Türkiye karşıtı çevreler, üretilen bu içerikleri kendi politikalarına dayanak oluşturmak maksadıyla çoğaltıyor. Alıcısı olmayan içerikler de “çamur at izi kalsın” türünden bir altyapı oluşmasına neden oluyor.

Genel olarak medya ve özel olarak haber içerikleri, ülkelerin genel dış politikası, etki alanını genişletme çabası ve ideolojik çıkar beklentilerinden bağımsız değildir. Böyle olunca da ortaya çıkan metinlerle gazeteciliğin teorisini oluşturan temel etik dinamikler arasındaki bağ tümüyle ortadan kalkmış oluyor.

Knut Hamsun’un 130 yıl önce Batı medyasının Türkiye alerjisini tanımlamak için zikrettiği “Hakikati bilmek güç. Bunun nedeni belki de bize hakikati anlatacak olan Avrupa basınının tek sesliliğidir. İnsan biraz şüpheleniyor doğrusu. Sesini duyurması lazım gelen taraf tamamıyla dilsiz” ifadeleri bu anlamda bir hakkın teslim edilmesi bakımından hayati öneme sahip. Bu ifadeler Avrupa medyasının Türk devleti ve Türkler hakkındaki kara propagandasının ne kadar eski olduğunu özetliyor. Meselenin acı tarafı ise 130 yıl önce altı çizilen bu satırların ifade ettiği gerçekliğin, bugün doğru bilgiye erişebilme konusunda ulaşılan teknolojik ilerlemeye rağmen daha da artması ve medya mecralarında kendine hâlâ geniş bir yer bulabilmesidir.

Knut Hamsun’un Osmanlı devleti ve Sultan İkinci Abdülhamid hakkında Avrupa gazetelerinden edindiği fikirlerle, İstanbul’a gelince gördüğü gerçekler arasındaki tezat karşısındaki şaşkınlığı önemli bir tanıklıktır. Bu metinde, onun tanıklığına biraz genişçe yer vererek, günümüzde Avrupa medyası tarafından oluşturulan karalama tünelinin hem ne kadar eskiye dayandığını hem de hakikatlerle bağının nasıl kopuk olduğunu ayrıntılandıralım.

Avrupa basını tek sesli

20. yüzyılın ünlü yazarlarından, Nobel edebiyat ödülü (1920) sahibi Knut Hamsun’un Mücadeleli Hayat isimli eserinin bir bölümünü yazarın İstanbul hatıraları oluşturuyor. Yazar kitabın bu bölümüne “Hilal’in Altında” başlığını vermiş. Metnin içeriğinde ise yazarın 1889 yılında Sultan İkinci Abdülhamid döneminde İstanbul’da yaşadıkları yer alıyor.

Knut Hamsun bu bölümde İstanbul’da tanık olduğu yaşam biçimini, sosyal yapıyı, toplumsal dinamikleri ve yönetim biçimine ait göstergeleri kendi penceresinden ele almış. Osmanlı toplumu ve yönetim biçimi konusunda (önceden edindiği önyargıdan hareketle) bolca tipik şarkiyatçı cümleler kurmuş olmasına rağmen, Hamsun’un çoğu yerde gördükleri karşısında fikirlerini değiştirdiğini ve hayrete düştüğünü gösteren cesur ifadeleri de var. Şaşkınlığının henüz karaya ayak basmadan başladığını gösteren bir pasajda Hamsun “Sahile o kadar yakınız ki, karada olup biten her şeyi görebiliyoruz. Gördüklerimiz düşündüklerimizden çok farklı. Yoksa biz Türkiye’de değil miyiz? Ben otuz senedir, beceriksiz sultanlar tarafından iflasın eşiğine getirilmiş bir memlekete dair yazılmış yazıları okumaktayım. Halbuki vapur bağlık bahçelik küçük şehirleri ve güllerin kıpkızıl parıltısıyla gözümüzü alan bir masal diyarında yol alıyor” ifadelerini kaleme alarak, Avrupa’da gazeteler tarafından üretilmiş İstanbul algısıyla gerçekte gördüğü İstanbul’un çok farklı olduğunu belirtiyor.

Hamsun kitabının birkaç yerinde, Avrupa gazetelerinden öğrendikleriyle kurguladığı Sultan İkinci Abdülhamid portresiyle İstanbul’da gördüğü, tanıdığı Sultan İkinci Abdülhamid arasında büyük bir fark olduğunu vurguluyor. Avrupa’da yıllar yılı mecmuaların Sultan’ın gayriinsani taraflarını yazdığını, Sultan hakkındaki genel hükümlerinin cidden dışına çıkan makalelere ise çok ender tesadüf edildiğini belirten Hamsun, kitabın birkaç yerinde kendi gözlemine dayanarak tasvirler yapıyor. Bunlardan birinde yer verdiği “Abdülhamid Türkiye’ye uzun senelerdir sahip olmadığı bir itibar kazandırmış gibi görünüyor. Sultan ülkede ticaretin gelişmesiyle ilgilendi, mekteplerde yapılan reformlara itiraz etmedi, demiryolları inşaatına izin verdi, ordusunu yeniden tanzim etti. Kendisinin çok çalışkan bir kimse olduğu, sabahın beşinde kalktığı, icabı halinde hemen emrinde bulunmaları için katipleri sarayda gecelettiği söyleniyor” satırları, Padişah hakkında planlı bir karalama kampanyasının Avrupa medyasında yapıldığının açık bir örneği.

Hamsun’un İstanbul’u iyi bilen yazarlar olan General Wallace, Sidney Whitman ve Pierre Loti’ye atıfta bulunarak Sultan Abdülhamid hakkında yaptığı tanımlama, gerçekle kurgu arasındaki farkın anlaşılması bakımından da önemlidir. Hamsun’un altını çizdiği satırlarda yer alan “çok nadir tesadüf edilebilecek entelektüel meziyetleri olan, bilerek ve isteyerek zalimce davranmak kabiliyeti olmayan bir adamdı. Hiçbir Avrupalı hükümdar misafirlerini daha hürmetkar, daha kibar bir şekilde karşılayamazdı, halkının aydınlanması için seleflerinin hepsinden daha fazla gayret sarf etmişti ve bundan dolayı takdire layıktı” ve “‘Ermeni katliamı’ bizzat Ermeniler tarafından ve bu ‘kan banyosunu’ ileride tahrik maksadıyla kullanmak üzere yaptırılmıştı” ifadeleri, gerçek diye sunulan içeriğin hayal mahsulü bir kurgu olduğunun kanıtı.

Tarihe tanıklık bakımından oldukça önemli olan bu satırlar, yine Hamsun’a atfen söylersek “Neşriyat denizinde sadece birer damla” durumundadır.

“Öteki” üretmenin kolaycılığı

Türkiye’nin Doğu-Batı denklemindeki stratejik pozisyonu ve tarihin akışı içinde büyük ölçüde süreklilik gösteren hareket yönü kuşkusuz yeni değil; Selçuklu ve Osmanlı devletlerinden bu yana devam eden bir durum. Yazarın ilgisi de bunu gösteriyor. Bu yüzden, başta Avrupalılar olmak üzere, tarih sahnesine sonradan giren Amerikalıların zihninde de hep kritik bir yere sahip olmuş Türkiye. Anadolu’nun gücü zirvede olduğunda da, zayıflama emaresi gösterdiğinde de Batı kamuoyunda yakından takip edilmiş.

Tüm bu süreçlerde değişmeyen odak noktası ise kamuoyu oluşturabilme gücü bakımından birinci sırada yer alan medyanın yaklaşımındaki ağırlıklı tonun negatif yönde olmasıdır. Gazetenin içerik taşıyıcı bir aygıt olarak tarih sahnesine çıktığı 17. yüzyıldan günümüze uzanan zaman diliminde, Osmanlı İmparatorluğu veya Türkiye “öteki” şeklinde kodlanarak haber ve yorumlara iliştirilmiş. Tarihin akışı içinde kitle iletişim araçlarında çeşitliliğin artması ve yeni iletişim araçlarının eklenmesi, içeriğe dair bir değişiklik ve denge getirmek yerine, büyük ölçüde aynı bakış açısının çoğaltılması yönünde bir etki oluşturmuş.

Şimdilerde Batı medyasında Türkiye aleyhine yapılan mülteci haberleri bunun en güncel versiyonunu oluşturuyor. Halbuki Türkiye dört milyon Suriyeli mülteciye ev sahipliği yapıyor ve bu konuda açık kapı politikası uygulayarak milyonlarca Suriyeliyi katliamdan kurtaran ülke pozisyonunda. Bu türden yayınlara yer veren batılı kurumların ülkeleri ise sorunun siyasi yollardan çözülebilmesi için bir şey yapmadıkları gibi, mültecilere sahip çıkılması konusunda da neredeyse hiçbir şey yapmıyorlar. Böyle olunca da hem şimdi hem de geçmişte salt medya üzerinden Türkiye hakkında fikir sahibi olanların bakış açısı genellikle negatif doğrultuda şekilleniyor.

Hamsun’un satırlara aktardığı İstanbul ve Sultan tanıklığı, 130 yıl geçmişte olsa da güncelliğini koruyor. Bu durum maalesef Avrupa’daki Türkiye algısının benzer kodlar taşıdığının açık bir işareti. Türkiye konusunda Batı medyası karşıtlık geleneğini sürdürüyor. 1889’dan günümüze değişen bir şey yok.

[İstanbul Medipol Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi olan Doç. Dr. Yusuf Özkır aynı zamanda Kriter dergisinin yayın koordinatörüdür]