Kaplanoğlu, AA Akademi koordinasyonunda, Anadolu Ajansı (AA) Dış ve Ekonomi Haberleri Yayın Müdürü Barışkan Ünal'ın moderatörlüğünde düzenlenen Sinema Atölyesi'nde, senaryo ve yönetmenlik deneyimlerinden filmlerinde mekan ve oyuncu seçimine, Yeni Türk Sineması'nın ortaya çıkışından günümüz yapımlarına ve yapay zekaya kadar birçok konu hakkında soruları yanıtladı.Söyleşinin günümüz sinemasıyla ilgili bölümünde Kaplanoğlu, Hollywood yapımlarını eleştirerek artık iyi filmlerin olmadığını, hatta "büyük yönetmenler döneminin bittiğini" söyledi. Kaplanoğlu, dijital platformlar ve televizyon dizilerinin çekim ve anlatılar olarak "artık ilkel ve geri" kalmaya başladığını belirterek, "Bizim genç sinemamızda da şimdi bana kızacaklar belki ama pek iyi işler çıkmadığını gözlemliyorum." dedi.
Yapay zekanın sinopsisden çok iyi tretmanlar çıkarıyor gibi göründüğünü anlatan Kaplanoğlu ancak dikkatli bakınca tüm bunların eski filmlerden alınma ve klasik sinemanın dramatik yapısına oturtulmuş metinler olduğunu dile getirdi. Kaplanoğlu, "Bütün hayatımızı o öyküleri kırmak üzerine, yani o yapıyı kırmak üzerine harcamış insanlar olarak ondan nasıl faydalanayım ben şimdi?" ifadesini kullandı.
Yönetmen Kaplanoğlu, iyi senaryolar yazmak yönetmek için artık bir "körleşmeye" ihtiyaç olduğuna işaret ederek, "Bunu nasıl söyleyeceğim, kelimeyi tam kuramıyorum ama dışarıdan, ekrandan gelen görüntüye sırtımızı dönmemiz lazım galiba. Çünkü o gerçeği karşılamıyor, gerçek değil o." diye konuştu.
Yönetmen Kaplanoğlu, "Sinema başka bir yere doğru evriliyor bence ama nereye gidiyor bilmiyorum." değerlendirmesinde de bulundu.
Sinema Atölyesi söyleşisinin ilgili bölümü şöyle:
"Bu bir kuşak hareketi"
Barışkan Ünal: İlk uzun metraj filminiz "Herkes Kendi Evinde", 2001 yılında. O dönemi düşündüğümde aklımda hep şu soru oluşuyor. Şu anda Türk sinemasında usta yönetmenler dediğimiz siz, Derviş Zaim, Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Yeşim Ustaoğlu, diğer yönetmenler, ya bu dönem ilk filmlerini çekiyor ya bu dönem ortaya çıkıyor. Bu kadar usta yönetmenin çıktığı bir dönemde bu durum sadece tesadüf olamaz diye düşünüyorum. Siz o dönemleri geçirmiş biri olarak bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Semih Kaplanoğlu: Ben ilk 1987'de bir kısa film, bir kere yaptık onu. Bir kısa film festivali yaptık, genç, böyle 20'li yaşların başında. Hatta oraya Ahmet Uluçay da gelmişti. O zaman bir araya geldiğimiz insanlar arasında öyle bir enerji ve sinerji vardı ki Boğaziçi Üniversitesinde bir sinema kulübü vardı. Oradakilerle hep sinema konuşuyorduk. Birtakım dergiler çıkmaya başladı. "Nisan" dergisi Mehmet Gürel'in, sonra o da yönetmen oldu. Hil Yayınlarının "Ve Sinema" dergisi çıktı. Oralara yazılar yazmaya başladık. İstanbul Film Festivali o sırada 1983-1984'te başladı. Ve oradan biz dünya sinemasını, nitelikli işleri görmeye başladık. O filmlerden çıktığımızda, o gençler yani, bütün bu saydığınız gençler, kafelerde buluşup o filmleri tartışıyorduk, konuşuyorduk. İçimizde sinema yazarları da vardı.
Barışkan Ünal: Yani etkileşim içerisindeydiniz.
Semih Kaplanoğlu: Evet, bir iletişim vardı. Yani işte Zeki Demirkubuz'la, Nuri'yle, Reha'yla hep görüşüyorduk. Daha belki film çekmemiştik, bazılarımız yeni başlamıştı. İlk işaret fişeği Reha Erdem'in "A Ay" filmidir. O siyah beyaz, çok iyi bir filmdir. Sonra Derviş'in filmi geldi "Tabutta Rövaşata". Sonra işte Zeki, Nuri, Yeşim. Böyle bir kuşak. Her biri aslında belli eğitim almış, kimisi mimar, kimisi mühendis, kimisi belli üniversitelerden mezun insanlar. Daha çok bireye, bireyin hayatına yönelik bakış açısıyla filmler üretmeye başladık. Burada ilginç olan şey şu: Bizden önceki kuşakların yaptığı sinema, yani Yeşilçam dediğimiz sinemaya karşı da bir yandan tepkimiz de vardı açıkçası. Yani biraz burnumuz büyüktü. Daha fazla entelektüeldik. Metin Erksan'la sık sık görüşüyordum. Atıf Yılmaz'la Kemal Tahir'in üçlemesinin TRT için senaryo, dizi senaryosunda çalışmıştım onunla beraber. Ondan da çok şey öğrendim. Genel olarak o dönemin ticari sineması diyeceğim, zaten onlar da etkili değillerdi, bir boşluk vardı. Biz o boşluğu kendi fikirlerimizle, hikayelerimizle bir şekilde doldurduk. Bir kuşak hareketi bence bu.
Barışkan Ünal: Bu kuşak hareketinin biraz filmlerdeki perspektifi de o noktada benziyor gibi, etkileşimden kaynaklı olarak.
Semih Kaplanoğlu: Evet. Doğru.
“(Yapay zeka, sosyal medya) Körleşmeye ihtiyacımız var bence”
Barışkan Ünal: Bir yönetmen olarak ilk filmini çekmek isteyenlere tavsiyeleriniz nedir? Yönetmenin olmazsa olmaz dediğiniz bakış açısı, perspektifi ya da çalışma şekli nasıl olmalı?
Semih Kaplanoğlu: Şimdi şöyle bir zamanda yaşıyoruz. Adorno diyor ki, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra şiir yazılamaz diyor. Bugün bu yaşadığımız dünyada, yani bu işte Filistin, Gazze, Ukrayna, şimdi Suriye... Dünyada ve görüntünün bu kadar ortada olduğu, bu kadar görüntünün devamlı bizim karşımıza geldiği, bir dünyada film çekilebilir mi? O Adorno'nun sorusunu ben de kendi kendime soruyorum açıkçası. Sosyal medya, 10 saniyelik görüntüler. Bu şu anda aslında bence sinema dediğimiz sanat belki de devam edecektir, eksilmez ama insanın şu anda bu dijital anlamdaki dönüşümü bu yapay zekanın ortaya çıkışıyla beraber ve daha da yaygınlaşmasıyla beraber başka bir evreye geçileceğini düşünüyorum.
Barışkan Ünal: Nasıl bir evre sizce? Çünkü yapay zeka senaryo da biraz yazmaya başladı, görüntüleri birleştirmeye başladı. Avantaj mı, dezavantaj mı bu?
Semih Kaplanoğlu: Körleşmeye ihtiyacımız var bence. Bunu nasıl söyleyeceğim, kelimeyi tam kuramıyorum ama yani dünyanın görüntüsü, dışarıdan, ekrandan gelen görüntüye sırtımıza dönmemiz lazım galiba. Çünkü o gerçeği karşılamıyor, gerçek değil o. Gerçek gibi geliyor bize ama gerçek değil. Yani televizyonda, dijital platformda, dizide, orada burada gördüğümüz şeyin insan hakikatine dair bir şey olmadığını düşünüyorum artık. Onu terk ettiğini düşünüyorum.
Başka bir şey geliyor. Belki sinema, bu teknolojiler çok daha yüksek bir seviyeye gelecek sanat olarak. Bunu kullanacak olan genç insanlar belki çok daha farklı bir dünyaya açacaklar gözlerini. Çok başka türlü bir sinema yapacaklar. Daha soyut belki bilmiyorum. Tahayyül edemiyorum ama nasıl insan aslında mükemmelleşmediyse, o yolda ilerliyorsa, sanatlar da o anlamda bence bir şekilde yol alacaklar. Yani terk etmeyecekler. Ama şu geçiş dönemindeki tavsiyeler konusunda ben açıkçası çok net bir şey söyleyemiyorum. Çünkü söyleyeceğim şey benim 40 sene evvel eğitimini aldığım şeyi tekrar etmenin ne kadar doğru olup olmayacağını bilmiyorum. Burada bildiğim tek şey şu, insan hikayesini yani hikayeyi ve yazmayı bırakmamak gerektiği.
Şimdi 17-18 yaşında bir genç, yapay zekanın önereceği senaryodan ayrı ya da işte dijital bir 'medium'un ona sağlayacağı olanakların dışında bir olanak düşünmeden hareket edecek. Onları kullanmaya çalışacak. Peki kullandığımız materyaller aslında aynı zamanda bizi de kullanıyorlar. O yüzden buradaki ilişki nasıl kurulur? Bu ilişkiye dair şüpheler gelişmeli bence. Doğru mu bu görüntü? Bu görüntünün arkasında ne var? Bu nasıl başka türlü anlatılabilir? Bu teknoloji ve aygıtları sorgulamadan, onların bizim neyimize yaradığını sorgulamadan bir şey yapmak çok zor diye düşünüyorum.
"Bazen yapay zekayı deniyorum"
Barışkan Ünal: Peki siz kullanmayı düşünüyor musunuz yapay zekayı?
Semih Kaplanoğlu: Yapay zekaya karşı değilim. Yani insanların işine yarayacak muhakkak. Birçok konuda yardımcı olacak. Hele bazen mesela Leyla ile evde oturup şunu konuşuyoruz. Diyoruz ki bizim çocuğumuz da yok. Ne olacak, keşke birkaç tane robot çıksa, şu evi toparlasalar, ne bileyim temizliği yapsalar, yemek pişirseler falan buna ihtiyaç duyuyoruz aslında. Ama o nasıl bir şekilde devreye girer bilmiyorum.
Mesela ben bazen yapay zekayı deniyorum. Oturup ona küçük bir sinopsis veriyorum. Bundan bakalım bir tretman yaz diyorum. Olağanüstü şeyler çıkartıyor. Müthiş böyle, farklı yollar izleyen öykü örüntüleri veriyor. Yani şöyle yaparsan böyle olur, böyle yaparsan böyle olur vs. vs. Ama görüyorum ki onların hepsi aslında klasik sinemanın, Hollywood'un ya da bir sürü şeyin bilgisiyle oluşturulmuş, dramatik kapsamı doğru kurulmuş öyküler. Bütün hayatımızı o öyküleri kırmak üzerine, yani o yapıyı kırmak üzerine harcamış insanlar olarak ondan nasıl faydalanayım ben şimdi? Ben ona cevap olarak biliyorum ben bunları bana yeni bir şey söyle diyorum, pardon anlamadım diyor.
Barışkan Ünal: Günün sonunda yaratıcılık için yine insan lazım.
Semih Kaplanoğlu: E tabii. O yüzden bilemiyorum hani teknolojiye karşı değilim ama bambaşka şeyler anlatacak gençler bence. Bambaşka türlü biçimlerde işler çıkacak herhalde diye düşünüyorum ve görür müyüz görmez miyiz bilmiyorum ama buna şiddetle ihtiyaç var. Çünkü şu anda bu dijital platformlar, dijital diziler, televizyon dizileri vs. bana çok artık ilkel ve geri geliyor. Yani çok geçmiş bir hayatın izleri gibi geliyor, hem yapma şekli olarak hem üretme biçimleri olarak hem anlattıkları şeyler olarak orada bir gerileme olduğunu. Bizim genç sinemamızda da şimdi bana kızacaklar belki ama pek iyi işler çıkmadığını gözlemliyorum.
Barışkan Ünal: Eski zaman derken eski Türk sineması mı yoksa genel anlamda sinema mı?
Semih Kaplanoğlu: Mesela dışarı yani Hollywood'un ya da ticari sinemanın ürettiği şeyleri izliyorum. Yani çok iyi şeyler yok. İyi filmler yok bence. Yani büyük yönetmenler dönemi bitti. Açıkçası o öyle gözüküyor. Ne bileyim işte bir (Stanley) Kubrick yok, o adamlar artık yoklar. Bir Terrence Malick zaman zaman ortaya çıkıyor, bazı işler yapıyor. Yani sinema başka bir yere doğru evriliyor bence ama nereye gidiyor bilmiyorum.
"Saatlerce ses kaydı yapıyorum"
Söyleşinin senaryo yazımıyla ilgili bölümünde Kaplanoğlu, senaryo yazımını öğrenmek istediğinde ilk olarak Andrei Tarkovski, Michelangelo Antonioni, Robert Bresson gibi beğendiği yönetmenlerin 20'ye yakın filmini izleyip kamera hareketinden müziğin yerine, sahne sahne senaryoya dönüştürdüğünü anlattı.
Kaplanoğlu, "Bu benim için okulda aldığım eğitimden senaryo anlamında çok daha kalıcı ve etkili bir şey oldu." diye konuştu.
Senaryo hazırlıklarından bahseden Kaplanoğlu, "Olay örgüsü ya da olay matematiği gibi birtakım meseleler benim önceliğim değil. Öykü de çok önceliğim olmuyor. Benim için önce karakter başlıyor. Sonra onun olması gereken öyküyü yavaş yavaş kurmaya başlıyorum." dedi.
Senaryoları yazarken defalarca mekanları gezdiğini, insanlarla görüştüğünü dile getiren Kaplanoğlu, "Filmlerimde ses benim için çok önemli. Bunun için mekan bakmaya gittiğimde ses kayıt cihazım da yanımda, saatlerce ses kaydı yapıyorum." ifadesini kullandı.
Söyleşinin ilgili bölümü şöyle:
Barışkan Ünal: Sinema TV mezunusunuz ama malum sadece Sinema TV'den mezun olmak yeterli olmuyor yönetmenlik için. Önceki röportajlarınızda, çocukluğunuzda sinemaya çok fazla tutkunuz olduğunu söylediniz, hatta bir kameranız varmış. Ama ben şunu merak ediyorum: Türkiye'de sinema sektörü malum zor bir sektör. Sizin başladığınız dönemde, hele 1980'lerin ikinci yarısında Türk sineması düşüşe geçmişti. Sizin yazarlığınız da var, şairliğiniz de. Şimdi böyle bir ortamda baktığımızda başka meslekleri de seçebilecekken neden sinemayı seçtiniz? Gerçekten film çekmenin, sinema yapmanın nesi bu kadar ruhunuza dokundu, neyi bu kadar sarmaladı ki böyle zorlu bir yolu seçtiniz?
Semih Kaplanoğlu: Öncelikle kendimi ilk bildiğim andan itibaren aslında sinemayla bir aradaydım. Yani yazlık sinemalar, İzmir'deki kışlık sinemalar, hatta bir dönem amcam bir yazlık sinema işletiyordu. Sinema benim için her zaman izlemek, bakmak ve anlamak için belki de ilkokuldan önce ilk eğitim almaya başladığım bir perdeydi yani. Sonra yazı geldi. Yazmak ve şiir beni çok böyle besleyen damarlardan bir tanesi oldu. Yoğun edebiyat okumaları yaptım, lise dönemi özellikle. İzmir'de birkaç kültür merkezi vardı; Fransız, Alman, İtalyan kültür merkezleri. Neredeyse haftanın her günü okuldan çıkar çıkmaz oralara gidip dillerini hiç anlamadığım halde bütün o filmleri izliyordum. O filmleri izlerken aslında hikayenin ne olduğunu da yazıyordum kafamda. Çünkü hikayeyi çok anlamıyordum açıkçası, yani ne konuştuklarını anlayamıyordum ama o bana belki de bir tür senaryo yazma konusunda bir katkı sağlamış olabilir diye düşünüyorum.
Barışkan Ünal: Yani daha çok sadece izlemek yetmedi, perdenin arka tarafını mı keşfetmek istediniz?
Semih Kaplanoğlu: Evet, çünkü doğduğum evde bir karanlık oda vardı. Fotoğraf basıyordu babam, fotoğraf çekiyordu. Onun yanı sıra böyle 8-9 yaşlarındayken de elime bir tane 8 milimetre (mm) kamera vermişti benim. Bir şeyler çekiyordum. Ve her zaman da aslında bilerek ya da bilmeyerek yönetmenliğe ve film yapmaya hazırlanıyormuşum demek ki. Sonra okulu bitirdim eski adıyla Ege Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, yeni adıyla 9 Eylül Üniversitesi. Orayı bitirdikten sonra da İstanbul'a geldim. İstanbul'da hayatımı nasıl kazanacağım üzerine biraz düşündüm. Elimden yazı yazmak geliyordu. Sinema sektörü bayağı bir düşüşteydi. O süreçte metin yazarlığı yaptım, birtakım ajanslarda. Reklam yazarlığı yaptım. Ama onlar benim için geçici işlerdi. Sonra Süha Arın’ın Eski Evler Eski Ustalar belgesel serisi çekiliyordu. Orada bir kamera asistanlığı yani böyle ikinci, üçüncü asistanlık gibi, daha çok fiziksel olarak kamerayı taşıdım. Ama orada da çok şey öğrendim. Özellikle Süha Arın’ın bir konuyu ele alış biçimi, yaklaşımı. Bu şekilde belgeseli nasıl, o bilgileri nasıl birleştirdiği gibi birtakım okulda öğrenmediğim şeyler öğrendim.
Sonra artık film yapma serüvenine nasıl girerim, bu işe nasıl teşebbüs edebilirim diye düşündüm. O dönemde Türkiye'de özel televizyonlar devreye girmeye başlamıştı. Şehnaz Tango'nun hikayesini yazdım. Onu bir yapımcıya götürdüm. Ama 'casting'i hep aklımdaydı. Güner Namlı yapımcı, ruhu şad olsun. Onunla beraber bunu nasıl yapabilirizin yolunu izledik. O zaman ben dedim ki "Ben bunu verebilirim yani size ama bunun yönetmenliğini ben yapmak istiyorum." O da dedi ki "Hiç set görmemişsin, hiç çalışmamışsın, belgesel setine girip çıkmışsın, onun dışında nasıl yapacaksın ki" dedi. Ben de "O zaman vermiyorum senaryoları" dedim. İkna oldu bir süre sonra ve biz onunla beraber bu diziyi ben 52 bölüm yaklaşık 13-14 bölümünü senaryo olarak yazıp diğer kalan kısmını da hikayeye katkıda bulunarak çektim. Sonra kısa bir dönem birazcık ekonomik şartlar gereği reklam filmi çektim. Ondan sonra da ilk uzun metrajı hazırlamaya başladım.
"Bir iki sene film izleyip onlardan senaryolar çıkardım"
Barışkan Ünal: Siz filmlerinizin senaryosunu kendiniz yazıyorsunuz. Senaryo yazmak isteyenlere örnek olması için sizin senaryo yazma süreciniz nasıl? Senaryo fikirleriniz nasıl doğuyor? Mesela doğrudan size birden ilham gelince mi yazdınız? Yoksa bazı taktikler, yöntemler mi uyguladınız kendinizi geliştirmek için?
Semih Kaplanoğlu: Bizim üniversitede öğrenci olduğumuz dönem Türkçede basılmış çok az senaryo vardı. Yani neredeyse yoktu. Okuldaki derslerimizde de senaryo dersleri vardı ama hiçbir zaman onlar tam böyle iyi bir senaryoya sebep olacak altyapıyı sağlayacak şeylerle dolu değildi. Ben bu senaryoyu yazma, yani onun konstrüksiyonunu kurma konusunda hep bir şey yapmam gerektiğini, yani bir şekilde öğrenmem gerektiğini anlıyordum. O eksikliği hissediyordum. VHS ve Betacam videolarının ilk çıktığı dönemde birçok film geldi. Benim sevdiğim yönetmenlerin filmleri de vardı bunların içerisinde. Ben oturduğum, hiç üşenmeden çok etkilendiğim, beğendiğim filmleri seyrederek onların senaryolarını çıkarmaya başladım.
Barışkan Ünal: Tek tek, sahne sahne?
Semih Kaplanoğlu: Evet tek tek sahne sahne diyaloglarını, hangi planda kesildiğini, hangi planda başladığını, hikayeyi nasıl kurduğunu… Hatta senaryo yazdıktan sonra bunun tretmanı, sinopsisi ne olabilir, logline ne olabilir... Oturup böyle bir iki sene film izleyip onların senaryolarını çıkardım.
Barışkan Ünal: Bu şekilde kaç senaryo çıkardınız?
Semih Kaplanoğlu: 20'ye yakındır. (Andrei) Tarkovski, (Michelangelo) Antonioni, (Robert) Bresson gibi beğendiğim, hoşuma giden, ilgimi çeken yönetmenlerin filmlerinden senaryolar yazdım. Birebir onları senaryoya dönüştürdüm, kamera hareketi, müzik nerede başlıyor, şurada nasıl bir ses kullanmış vs. Bu benim için okulda aldığım eğitimden senaryo anlamında çok daha kalıcı ve etkili bir şey oldu.
Barışkan Ünal: Usta yönetmenlerin yanında olmasanız da yanında çalışmış gibi olmuşsunuz.
Semih Kaplanoğlu: Onların zihin haritalarında biraz gezdim aslında. Yani bir filmi nasıl inşa etmişler, o sahne neye hizmet ediyor, o karakter ne zaman giriyor, o karakter nasıl gelişiyor, nasıl dönüşüyor, değişimin başladığı yer neresi gibi şeyleri çok oradan öğrendim aslında.
"O film beni çok sarstı ve kendime getirdi"
Barışkan Ünal: En çok etkileyen senaryo hangisi oldu? Var mı aklınızda şu anda?
Semih Kaplanoğlu: Valla ben aslında şöyle söyleyeyim. 1987 senesinde bir dönüm noktası oldu benim için. “Ayna” filmi Tarkovski'nin. Aynayı izledikten sonra ben kendi yolumu bulduğumu düşündüm. Çünkü o ana kadar izlediğim filmlerden etkileniyordum ama tam benim ruhuma ve düşüncelerime, hislerime en yakın film o oldu. Ve ben o gün hala hiç unutmuyorum, sarsıldım yani. O film beni çok sarstı ve kendime getirdi aslında. Ne yapmam gerektiğini, nasıl anlatmam gerektiğini, motomot değil tabii ama buradan bu sese nasıl karşılık verebileceğimi düşünmeye başladım. Çok şiirsel bir filmdir ve onun senaryosu da çok ilginçti. Çünkü onda belgesel görüntüler de vardır, zaman zaman zamanın ruhuna dair bellek, hatırlama… Filmin ana kahramanını görmeyiz, hiçbir zaman yüzünü görmeyiz, müthiş monologlar vardır, çocukluk gençlik, ihtiyarlık annesi gibi çok kuvvetli bir film. O filmi gördükten sonra açıkçası dünya değişti benim için.
Barışkan Ünal: Üzerinizde bayağı bir etkisi olmuş Tarkovski'nin diye düşünüyorum. Filmlerinizi izlerken arada bir Tarkovski sahnesi geçti gibi ya da onun bir imzası geçti gibi bazen bir his oluşuyor bende. Selam gönderiyorsunuz gibi hissediyorum.
Semih Kaplanoğlu: Gönderiyorum. Özellikle "Buğday"da çok onu selamlamak istedim. Çünkü bana emek verdiğini düşünüyorum, uzaktan da olsa. Ve bunu söylemekte hiç ya da o selamı göndermekte hiçbir zaman cimri olmadım.
"Az konuşarak bunu ben nasıl anlatırım derdindeyim"
Barışkan Ünal: Peki senaryo üzerinde çalışırken çalışma sürecinizi şöyle gözümüzde hayal etmeye çalışsak, o süreç nasıl ilerliyor? Mesela tıkandığınızda ilham için başvurduğunuz kaynaklarınız var mı? Başka filmler, yönetmenler, romanlar ya da kendini doğaya atmak gibi.
Semih Kaplanoğlu: İsterseniz Yusuf üçlemesi üzerinden biraz onun nasıl oluştuğunu söyleyeyim. Önce ilk oturduğumda “Süt”ü yazmaya başlamıştım. Genç işte bir liseli, liseyi bitirmiş, askere mi gitsin üniversiteye mi gitsin, kafası karışık bir genç adamın hikayesini yazmaya oturdum. Galiba şöyle oluyor: İnsan işte 30'ların ortası, 40'lara doğru giderken kendiyle hesaplaşması daha biraz sert oluyor. Süt de mesela biraz o hesaplaşmanın, işte, bir çocuğun annesiyle ilişkisi, var olmaya çalışıyor, şiir yazıyor. Bu çocuğun üstüne düşmeye başladım, Yusuf'un üzerine. Biraz yazdıktan sonra dedim ki “Bu çocuk şimdi ne yapıyordur acaba?” O zaman “Yumurta” fikri oluşmaya başladı. Bunun çocukluğu da var herhalde dedim. O zaman da “Bal”ı düşünmeye başladım. Oturdum ben bunların üçünü birden yazdım.
Barışkan Ünal: Peki ama filmleri yapma süreciniz tam tersine işledi.
Semih Kaplanoğlu: Evet. Çünkü yazarken aslında şunu fark ettim ki bir insanın şimdiki anını oluşturan geçmiş anları var. O anlarla eğer irtibat kuramazsak, şimdiyi nasıl anlarız, anlayamayız. O zaman bir tür psikanalizin de kullandığı, yani geriye dönük gidiş nasıl olabilir, diye düşündüm. O yüzden Yumurta’yla başlayıp geriye akma kaynağına, nehrin kaynağına doğru bir yolculuk yapmanın daha bu filmlerin ruhuna uygun olacağını düşündüm. Önce Yumurta’yı çektim. Süt’ü çekerken bıraktım yani Süt’ü, Yumurta’ya geçtim. Yumurta’dan sonra işte Süt ve sonra Bal’ı çektim en son. Şöyle yani mesela bu filmlerin senaryoları 40 sayfa falandır. 40-45 sayfa, daha fazla değil.
Barışkan Ünal: Çok detaylı yazmıyorsunuz o zaman.
Semih Kaplanoğlu: Zaten diyaloğumuz az, bu filmlerde bayağı az diyalog var. Belki de benim diyalog yazma konusunda, mesela en zorlandığım şey diyalog yazmak. O yüzden mesela konuşmadan, az konuşarak bunu ben nasıl anlatırım derdindeyim.
Barışkan Ünal: Ama sinemanın ruhu bu biraz da.
Semih Kaplanoğlu: O da etkiliyor ama sonra düşününce bu gençken izlediğim dilini bilmediğim filmler var ya onlar bana suskunluğun anlamı, suskunluğun içindeki dili belki okumama sebep oldu.
"Senaryoları yazarken defalarca o mekanlara gittim"
Semih Kaplanoğlu: Her zaman tefekkür ettim ben. Mesela saatlerce ormanda oturup bakabilirim, deniz kenarında bakabilirim, şehrin ortasında oturup insanları seyredebilirim. Hikayeleri, bir şekilde hayatın içindeki insan hikayelerini ya da hayvanları, bitkileri gözlemlemeyi seven birisiyim. Bu senaryoları yazarken de defalarca o mekanlara gittim. Yani senaryoyu yazıp mekanlara gitmedim. Mekanlara gittim, oradaki insanlara baktım, gençlerle konuştum.
Mesela Süt’ü çekmeden önce Ege bölgesinde 3-4 ildeki kasabalardaki liselere gittim. Liseli gençlerle konuştum, ne yapmak istediklerini… Saatlerce kayıt yaptım onlarla konuşarak, onları anlamaya çalıştım. Mekanlara gittim, ışığı inceledim, hangi mevsimde bunu çeksem daha doğru olacak onu anlamaya çalıştım. Bütün bunlar aslında senaryoya katkı sağlayan şeyler.
"Filmlerimde ses benim için çok önemli"
Semih Kaplanoğlu: Senaryo evde oturup yazıp, "bir senaryo yazdım, şöyle formüller var, şöyle yaparsan böyle", benim için öyle değil. Organik bir şey ve senaryo hiçbir zaman bitmiyor aslında. Nasıl bitmiyor? Şöyle filmi çektikten sonra da kurgu süreci var. Kurgu süreci de aslında yeni bir senaryo yazma. Çünkü siz planları bağlarken aslında orada yeni anlamlar üretmeye başlıyorsunuz. Onların birbirleriyle ilişkileri vs. Bazen mesela önde olması gereken bir sahneyi sona koyabiliyorum vs. O böyle bir yeniden yazma şekli.
Ses mesela benim için çok önemli. Sinemada, filmlerimde ses benim için çok önemli. Ses tasarımı özellikle. Bunun için mesela mekan bakmaya gittiğimde ses kayıt cihazım da yanımda ve saatlerce ses kaydı yapıyorum. Dinliyorum kuşları, suların sesini. Bütün her şey aslında bir şey söylüyor. O söyleneni işitmek için onlarla hemhal olmak lazım ki o zaman bir yaprak ya da bir nehir ya da bir yağmur da bir sinematografik imgeye dönüşsün. Onu dönüştürecek şey onunla kurduğunuz ilişkideki samimiyete ve anlamaya yönelik bir şey olması lazım. Buna gereken vakti harcıyorum ben yani bu olması gereken şey. Senaryo için gerçekten gerekiyor.
Barışkan Ünal: Senaryo yazımını bir nevi film çekme ile paralel şekilde yürütmüş oluyorsunuz aslında.
Semih Kaplanoğlu: Biraz öyle sayılır.
"Ben bazen karakterle başlıyorum yazmaya"
Barışkan Ünal: Senaryo yazımında özellikle gençlere örnek olması açısından, bir senaristin önem vermesi gereken üç ilke sizce nedir?
Semih Kaplanoğlu: Şimdi bir kere yazı, yani mesela Yusuf'ta tek bir ana karakter var. Yani tek bir karakterin üstünden açılıyor. Bu işi hem kolaylaştıran bir şey hem de zorlaştıran bir şey. Çünkü o karakterin aktarımında, hele ki diyaloglar da azsa, nasıl bir atmosfer ve durumun içinde olmalı ki biz bunu daha net aksettirebilelim. Karakter mesela, ben bazen karakterle başlıyorum yazmaya. Yani karakteri kurarak başlıyorum. O karakterin iç dünyası, çatışması, çelişkileri, ilişkileri… O karakteri biraz oluşturduktan sonra onun mekanı neresi, kurduğu ilişkilerde karşı taraftaki insanlar onun için ne ifade ediyor… Sorular, sorular, sorular, bitmez tükenmez ve o soruların etrafında düşünmeye başlıyorum. Yani olay örgüsü, olaylar ya da işte olay matematiği gibi birtakım meseleler benim önceliğim değil. Öykü de çok önceliğim olmuyor. Yani karakter benim için başlıyor. Sonra onun olması gereken öyküyü yavaş yavaş kurmaya başlıyorum aslında.
Bazen kavramlar yol gösterebilir. Bağlılık hikayeleri (Bağlılık Aslı ve Bağlılık Hasan) bağlılık kavramı üzerinden geldi. İnsanların bağlılıkları üzerine düşünüyordum uzun zamandır. Bebek anne ilişkisi, Hasan'ın kendisi, ailesiyle ve doğayla ilişkisi. Buğday ayrı bir hikaye. Buğdayın hikayesi bir tür geleceği düşünmekle, insanın geleceğine yolculukla ilgili ve insan olmanın doğayla ve tahrip ettiği şeyle bağlı aslında. Onda başka birtakım mitolojik ögeler de var, kutsal kitaptan alınan kıssaların sinematografik karşılıklarını arama var.
"Ana karakterden sonra yavaş yavaş hikayeye giriyorum"
Seyirci sorusu: Dediniz ki ben önce karaktere yoğunlaşıyorum. Karakteri oturttuktan sonra olaylar ya da tema sonradan gelişiyor kafamda. Tamamen ana karakterinizi oluşturduktan sonra mı yan karakterleri oluşturuyorsunuz?
Semih Kaplanoğlu: Ana karakterden sonra yavaş yavaş hikayeye giriyorum. Ama bu her filmde aynı şekilde işlemiyor. Bazen de o öyküyü yazıyorum sonra o karaktere derinleşmeye başlıyorum. Yani bir metodu yok aslında. Ama o öykünün içine girmeye başlayan karakterler ana karakterin öykü içinde kurduğu ilişkileri ve kendi durumunu belirleyecek, açığa çıkaracak şeyler olmalı. Mesela Süt’te bir madenci arkadaşı var, o madenci arkadaşının yanına gidiyor, ona şiir dergisini götürüyor, o madenci şair karakteri, bizim karakterimizin kendi yaptığı şeyi bir başkasıyla paylaşmıyor. Hiç kimsesi yok aslında, o kadar yalnız ki. Onun da kaderi tekrar madende sonuçlanıyor. Mesela bir öğretmeni var, öğretmenine kendini anlatmak istiyor ama adam bambaşka bir dünyada, o iletişimi kuramıyor. Annesiyle kuramadığı bir iletişim. Onların iletişimsizliğini nasıl anlatırım; konuşmaya çalışması, anlatmaya çalışması, karşılık bulamaması, o türlü ilişkiler kuruluyor.
"Her planı çektikten sonra daha derin bir şey daha görüyorum"
Kaplanoğlu, söyleşinin son bölümünde filmlerinden ve yeni projesinden bahsetti.
1600'lü yıllarda yaşamış şair Niyazi Mısri'nin hayat hikayesinden ilhamla yeni bir senaryo yazdığını belirten Kaplanoğlu, "Adını 'İnsan' koydum. Ama işte ekonomik şartlar, zorluklar nedeniyle biraz zor ilerliyor." dedi.
Kaplanoğlu, filmlerinin çekim sürecini, "Hiç set bitsin istemiyorum. Çünkü her planı çektikten sonra daha derin bir şey daha görüyorum. Ya şunu da çeksem mi acaba diyorum" sözleriyle dile getirdi.
Filmlerin ilk gösterimi yapıldığında üzerinden büyük bir yük kalktığını hissettiğini anlatan Kaplanoğlu, "Hani ilkokul 2'den 3'e geçmişim gibi 'oh şimdi yaz tatili var' ya da 'aman bir daha film falan çekmeyeceğim' hallerini yaşıyorum içimde. Ama tekrar dönüyorum tabii." diye konuştu.
Kaplanoğlu, aslında herkesin oyuncu olabileceğini, Bağlılık Aslı'da altı aylık bir bebeğin bile oyunculuk yapabileceğini deneyimlediğini ifade etti. Oyuncuları seçerken karakter ile oyuncu arasında bağ aradığını dile getiren Kaplanoğlu, bu nedenle kendi içini açamayan oyuncularla çalışamadığını kaydetti.
Filmlerinde ses tasarımına çok önem verdiğini de vurgulayan Kaplanoğlu, "Aylarca süren ses tasarımları var. Bağlılık Hasan’ın ses kuşağında 800 kanal var ve müzik çok az yani müzik neredeyse yok." ifadesini kullandı.
Söyleşinin ilgili bölümü şöyle:
"Birilerini ikna etmek, hikayeye katmak o kadar zor bir şey ki"
Barışkan Ünal: Siz hep kendi senaryolarınızı kendiniz yazıp çektiniz. Ama size yakın bulduğunuz bir senarist ya da senaryosunu çekebilirim dediğiniz bir film oldu mu? Başka birinin yazdığı bir filmi çekmeyi düşündünüz mü hiç?
Semih Kaplanoğlu: Eşim Leyla İpekçi senaryolarıma katkıda bulunuyor tabii ki. Kendisi bir yazar olduğu için öyle bir konforum var. Yani en azından zaman zaman ben onun romanlarıyla ilgili, kitaplarıyla ilgili tartışıyorum, o da benim hikayelerimle, senaryolarla ilgili. Öyle bir alışveriş var. Ama onun dışında çok ihtiyaç duymadım açıkçası. Çünkü yazma süreci bir tür aslında yalnızlığı gerektiriyor. Çünkü birilerini ikna etmek, hikayeye katmak o kadar zor bir şey ki. Aynı frekansları yaşamıyoruz, meselelere farklı bakışlarımız var. Bunu birleştirmek iyi bir şey olabilir tabii, ekip olmak vesaire ama biraz nazik bir alan. Benim mesela senaryolarımı okudukları zaman ekipteki insanlar ve sonra filmi seyrettiklerinde okudukları senaryoyla gördükleri film arasında hiçbir alaka olmadığını söyleyebiliyorlar. Çünkü senaryo benim için çıkış noktası.
"Senaryoyu paylaşmak konusu benim açımdan çok kolay bir şey değil"
Semih Kaplanoğlu: Şimdi mesela Hollywood'da ya da ticari sinemada en önemlisi senaryo. En çok parayı senaryoya veriyorlar. Çünkü bütün her şey orada toplanıyor. O profesyonel bir çalışma şekli. Birçok katmandan geçiyor. Diyalog yazarları ayrı, aksiyoncular ayrı. O öyle bir sistem. O sistemle ben yapamam. Ama bugünün endüstrisinde de bizim dizi mantığında da giderek o yol izleniyor. O yol örnek ve olması gereken yol olarak görülüyor. Mesela senaryo doktorları; onlar hep kalıplar. Biz kalıpların içerisinde bir şey yapamayız. Ben yapamam yani. Belki de senaryoyu paylaşmak konusu, yazım sürecinde benim açımdan çok kolay bir şey değil.
"Bir iletişim mevzusu değil sinema, bir sanat, bireysel bir iş"
Barışkan Ünal: O zaman filminizin senaryosunu da yazmak sizin için bir nevi özgürlük sağlıyor.
Semih Kaplanoğlu: Özgürlük sağlıyor, belki birtakım kalıplardan kendimi koruma sağlıyor, bazı orijinalliklerin, fazlalıkların, eksikliklerin, anlaşılmazlıkların olması bir özellik katıyor olabilir. Çünkü sinemaya bir iletişim konusu olarak bakarsanız o zaman film yapmanın bana göre bir anlamı yok. Çünkü bir iletişim mevzusu değil sinema. Bir sanat ve bu sanat her sanat gibi bence bireysel bir iş. O yüzden de evet ekipler, gruplar var tamam ama sonuç olarak her karesinde ve her seste sizin imzanızın olması gereken bir şey, kontrolünüzün olması gereken bir şey.
"Senaryolarımın sağ tarafında diyalog yoktur ama yüzlerce ses notu vardır"
Semih Kaplanoğlu: Mesela bu filmlerin hepsinde aylarca süren ses tasarımları var. Ben mesela saatlerce, günlerce, haftalarca ses tasarımıyla uğraşıyorum. Çünkü ses o kadar önemli bir şey ki hayatımızda da. Sesin olmadığı yerde aslında nefes de yoktur. Yani ses havada hareket eder ve sesin olmadığı yerde oksijen yoktur. Nefes alamayız. O kadar önemli bir şey. Konuşuyorsak, birbirimizi duyuyorsak sesin, havanın varlığından dolayı. Ve işte bu havanın içindeki sesin hareketi, durumu. Işık da çok önemli bir şey. O yüzü nasıl gördüğümüzle alakalı ama ses, bir filmin içine girdiğinizde belki battaniye gibi sizi sarması gereken, sizi rahat ettirmesi gereken, anonim olarak bildiğiniz dünyanın seslerinden bir atmosfer yaratması gereken bir şey.
Benim mesela senaryolarımın sağ tarafında diyalog yoktur ama yüzlerce ses notu vardır. Rüzgar, ağaçlar… Onları tek tek çekim zamanı, hem ben kaydederim hem sesçi kaydeder. Sonra haftalarca ben onları dinlerim. Her sahnenin arkasında şu saniyeden şu saniyeye bu ses. Mesela Bağlılık Hasan’ın ses kuşağında 800 kanal var. Yani 800 kanallı bir ses kuşağından bahsediyorum ve müzik çok az yani müzik neredeyse yok. Çünkü inanın mesela her ağacın rüzgar sesi farklı. Çam ağacının sesini duyduğunuzda orada bir ıslık gibi duyarsınız. Ama bir çınar ağacı ya da bir kavak ağacının yapraklarının hışırtısı bambaşkadır. Ve o size bir atmosfer verir, bir duygu verir. Biz çünkü duygu mimarlığıyla da uğraşıyoruz aslında. Öyle de bir yanı var bu işin. Bütün bunlar aslında benim zihnimde senaryoyu yazarken ortaya çıkan ve olan şeyler. Sonradan keşfettiğim, bildiğim şeyler değil.
"(Bağlılık Aslı) Hani Flaubert der ya, 'Madame Bovary benim' diye"
Barışkan Ünal: Bağlılık Aslı’yı sormak istiyorum. Çocuk doğumunda ve ilk aylarda kadınların yaşadıklarını erkeklerin kavrayamadığı bir noktada yeni doğum yapan bir kadının yaşadığı çelişkileri nasıl bu kadar iyi bir şekilde yansıtabildiniz? Bir anneyi hakikaten yaşamışsınız gibi hissettim senaryonuzda.
Semih Kaplanoğlu: Benim bir yardımcım var. 20 yıldır beraber çalışıyoruz, prodüktörüm aslında Hande Ağdaş. Biz bu 20 sene filmleri çekerken Hande doğumlar yaptı, 3 tane çocuğu oldu. Zaman zaman ofise getiriyordu çocukları. Ben de onu seyrediyordum. Sonra başka annelerle de karşılaştım. Beyaz yakalı çalışan kadınlar, onların hayattaki tercihlerine baktım. Bazıları sanki çocuk olduktan sonra dünyaların karardığını düşünüyordu. Bazıları başka bir dünyada yaşıyordu. İzlenimlerim oldu ve bu konuda bir film yapmam gerektiğini hissettim. Çünkü annelik, bebek olması ve o süreçte yaşanan şey, bağlılık, bağın kopması. Doğduğunda bir bağ kopuyor aslında, sonra bakıcı geldiğinde eve ya da çocuk kreşe gittiğinde bir başka süreç başlıyor. Buna iki yönlü bakmak istedim. Bir bebeğin tarafından baktım; o ne hissediyor ve ne yaşıyordur acaba diye sordum kendi kendime. Bebekleri izledim biraz. Sonra ben bu filmi yapmalıyım diye düşündüm. Ben de şaşırdım açıkçası. Demek ki böyle içimde bir hani Flaubert der ya, "Madame Bovary benim" diye. Bizim çocuğumuz olmadı, bebeğimiz yok. Öyle bir hayat yaşamadım. Bilmiyorum ama bunun üzerine çok uzun uzun yazdım, düşündüm. Ve hikaye kendinden kurulmuş oldu.
"Herkes oyuncu olabilir. (6 aylık bebeğin) müthiş bir oyuncu olabileceğini keşfettim"
Semih Kaplanoğlu: Bizim çekime gelen bebek 6 aylık. Onun dahi müthiş bir oyuncu olabileceğini keşfettim. O iletişimi kurabildiğimi gördüm. Ona gidip rica ediyordum, "Bak şimdi şöyle bir şey yapacağız. Şöyle şuraya bakar mısın" diyordum ve bakıyordu.
Barışkan Ünal: Ben izlerken onu düşündüm. Yani hakikaten bebek o sırada bunu yapıyor mu, sonradan mı eklenmiş, nasıl olmuş bu diye düşündüm.
Semih Kaplanoğlu: Şimdi o seti size anlatayım. Yaklaşık 40-50 tane bebek arasından seçtim ben Zeynep'i. Bir ay bizim ofise habire bebek anne, bebek anne geliyor. Ben de izliyorum. Bayağı bir zaman ayırıyorum onlara. Konuşuyoruz, nasıl doğdu, ne yapıyor. Orada anne ile bebeğin ilişkisini görebiliyordum. Bazı bebekler hakikaten mutsuzdu, bazı anneler gerçekten mutsuzdu. Zeynep ve annesi geldiklerinde hemen dedim ki, bu çift benim için tamam ve başladık çalışmaya. Tabii sette tamamen biz Zeynep'in kurallarına bağlı olduk. Yani o uyuyor, uyanıyor. Biz ona uyduk. Ne zaman uyanırsa, o ne zaman çekim yapmak isterse o zaman çekiyorduk.
Barışkan Ünal: Sadece ev içinde olmuyormuş yani bebeklerin hükmü o zaman.
Semih Kaplanoğlu: Tabii. Tamamen onun zamanına bağlı kalarak filmi çektik. Anneyi oynayan Kübra ve bakıcıyı oynayan Ece’nin de çocukları yok. Onların da hiçbir bebekle ilişkileri olmamış. Hep beraber aslında orada bir dünyayı kurabildik. Gerçekten de bakıcıyla kavga ettiğinde anne, bebeğin kendi annesine böyle sitemkar bir bakışı var. Biz bunu çektik, yani bu sahneyi gerçekten oynadılar ve bebek annesine böyle çok kızarak baktı ki. 6 aylık bir varlıktan bahsediyoruz. Gerçekten insan büyük bir sır bence. İnsanın varoluşu çok ilginç. Anladım ki her türlü iletişim kurulabilir. Herkes oyuncu olabilir. Mesela Bal filmindeki Bora, köyde yaşayan bir çocuk. Yeter ki siz yönetmen olarak ya da insan olarak onlarla doğru iletişimi kurabilin. Kurduğunuz zaman aslında hepimiz zaten hayatın içinde oynuyoruz zaten, hepimiz çeşitli rollere giriyoruz, çıkıyoruz vs. Eğer o iletişimi kurabilirseniz bunların hepsinin olabileceği, sabrı gösterirseniz olabileceği anlaşılıyor.
"Aslı, Yusuf ve Hasan sizden neleri taşıyorlar?"
Barışkan Ünal: Hazır oyunculardan konuşmuşken bir röportajınızda oyuncuları seçerken biraz da karakterle yaşamışlığı veyahut da karakteri yansıtmasını tercih ediyorum dediniz. Onu dinleyince benim de aklıma şu geldi: Siz de o karakterlerin yaratıcısınız. O zaman o karakterler de sizden bir şey taşıyorlar. Merak ediyorum Aslı, Yusuf ve Hasan sizden neleri taşıyorlar? Yusuf da şairlik biraz galiba.
Semih Kaplanoğlu: Evet, o biraz öyle. İşte Yusuf'taki kekemelik de. Ben ilkokul 1'de kekemeydim baya. Zor konuşuyordum. Bazen belki bu filmlerdeki konuşma mahalleri oradan da çıkıyor olabilir. Bilmiyorum. Okumayı da zor sökmüştüm. Yazıyordum ama okumak zor geliyordu yani. Hasan herhalde kendi nasıl söyleyeyim kendimde beğenmediğim şeylerin olduğu adam olabilir. Aslı da herhalde benim yani, sonunda içimde öyle birisi yaşıyormuş yani, oradan çıktı.
Oyuncularla bunların ilişkisini kurarken her zaman aslında o karakterle oyuncu arasında bir bağı nasıl kurarım, köprü kurarım diye düşünüyorum. Çünkü sonuç olarak illüzyon da olsa bir gerçeklik yaratmamız lazım. Bir gerçek noktaya temas etmemiz lazım. O gerçek noktayı oyuncunun içinde de onun gerçeğini de oraya dahil etmemiz lazım. Eğer oyuncunun içinde ona dair, o hayata dair bir ya da o duyguya dair bir iz varsa o iz aslında bizim üzerine inşa etmemizin çok kolay olduğu bir tür hatırlamasını sağlamakla yetinebileceğimiz bir yere bile gidebiliyor, karakteri canlandırırken. Mesela işte diyelim ki yazdığımız senaryodaki karakterin bir korkusu varsa, o korku sizin çalışacağınız oyuncuda da bir şekilde mevcutsa, o korkunun üzerinden inşa ederek aslında karakteri, psikolojisini, içgüdülerini vesaire her neyse, onun gerçekten sahip olduğu, bildiği bir alanı sizin hikayenize dahil ediyorsunuz. Ya da sizin hikayenizi onun hikayesine dahil ediyorsunuz. Böylece bir gerçeklik kurulmuş oluyor aslında. İnandırıcılık da ortaya çıkıyor. Bunu mesela önemli buluyorum.
"(İçini) Açamayan oyuncularla çalışamıyorum"
Semih Kaplanoğlu: Buna sahip olan, bunu açan, çünkü bir mahrem bir şey var aslında. Bunu açan oyuncular var, açamayan oyuncular var. Açamayan oyuncularla çalışamıyorum. Yani uzun uzun konuşuyorum, dertleşiyorum. Yani işte böyle bir hayatında böyle bir şey oldu mu, işte aşk acısı yaşadın mı, yaşadıysan neler yaptın, atıyorum yani şimdi. Bunları konuştuğumuz zaman, konuşabiliyorsak eğer, ben orada birtakım küçük nüanslar yakalayıp, o hikayedeki karakterin içine dahil edebiliyorum onu. Böylece aslında çok interaktif bir şey de ortaya çıkmış oluyor ve o kişi bir şeyi söylerken aslında kendinden gelen bir şeyi söylemiş oluyor. Dışarıdan çıkan bir şey değil. O zaman gerçekten ekipte, bütün oyuncularda hakikate dair, gerçeğe dair bir zeminde hareket ettiklerini hissediyorlar. O zaman işimiz çok daha verimli hale geliyor.
"Ben hiç set bitsin istemiyorum"
Barışkan Ünal: Peki o zaman size yazmak mı, çekmek mi daha keyifli diye sorsam.
Semih Kaplanoğlu: Valla ikisi de çok zor. Yani bu sinema keyifli bir iş değil. Bakın size bir şey söyleyeyim. Bazı mesela film setlerinde röportaj yaparlar. Ya çok keyifli bir film çektik falan derler ya. Ben ondan şüphe duyarım hep. Keyifli bir iş değil. Yani çünkü neden değil bir yandan da biliyor musunuz? Ben o senaryoyu yazarken işte mekanlarda gezerken o filmi bir şekilde görüyorum zaten.
Barışkan Ünal: Biraz da sabırsızlanıyor musunuz? Çünkü zaten kafanızda o oluşmuş, görsel olarak var; böyle bir kablo olsa da bir an önce kafamdan filmi görsele geçirse diyor musunuz?
Semih Kaplanoğlu: Tam tersine aslında ben hiç set bitsin istemiyorum. Çünkü her planı çektikten sonra daha derin bir şey daha görüyorum. Ya şunu da çeksem mi acaba diyorum. O bitmiyor yani.
"İlk gösterimi yaptığımızda üstümden büyük bir yük kalkıp hani ilkokul 2'den 3'e geçmişim gibi (oluyorum)"
Seyirci sorusu: Günlük hayattaki Semih Kaplanoğlu ile yönetmen ve senarist olduğunuzda o sürece girdiğinizde kendinizdeki değişim nedir?
Semih Kaplanoğlu: Ben onu çok iyi bilmiyorum ama nasıl söyleyeyim daha titiz oluyorum, daha gergin oluyorum, daha böyle tam odaklanmış halde dış dünyadaki şeylere, konu dışındaki şeylere yönelemiyorum. Film bittikten hemen sonra kurgu başlıyor. Kurgu da uzun bir süreç. İlk gösterimi yaptığımızda aslında üstümden büyük bir yük kalkıp hani ilkokul 2'den 3'e geçmişim gibi, oh şimdi yaz tatili var ya da işte öyle bir şey, aman bir daha film falan çekmeyeceğim hallerini de yaşıyorum içimde. Ama tekrar dönüyorum tabii yani.
Seyirci sorusu: Senaryonuzu yazarken ve filmlerinizi çekerken temel güdünüz iz bırakmak mı, dert anlatmak mı ya da ikisi mi?
Semih Kaplanoğlu: İz bırakmanın daha kolay yolları var. Sinema çok kolay bir iş değil. Çünkü bir kere ben aynı zamanda yapımcıyım. Para bulmak, ekip kurmak, bir sürü zorlu süreçler. İz bırakma meselem pek olmadı aslında. Ama derdim var tabii ki.
Seyirci sorusu: Eleştirilerle aranız nasıl diye merak ediyorum.
Semih Kaplanoğlu: Gençken eleştirilere sinirlenebiliyorsunuz da zaman geçtikten sonra o eleştirilerin arkasındaki niyeti gördüğünüzde artık pek etkilenmiyorsunuz. Ama gerçekten kritik ya da niyeti oradaki meseleyi anlamak ya da tartışmak olan şeyleri değerli buluyorum. Yaptığımız şey sonuçta tamamen kusursuz değil. O kusurları ben de biliyorum. Bazı kusurları görenleri de değerli buluyorum. Demek ki çok iyi görmüş, bakmış, anlamaya çalışmış diyorum.
"Neden yapımcı oldunuz diye sorsaydınız size cevabını hemen verirdim"
Seyirci sorusu: Kişisel bir sorum olacak. “Herkes Kendi Evinde” filminizi çok aradım ama bulamıyorum internette. Bunun sebebini ve ne zaman bulabileceğimizi sormak istedim.
Semih Kaplanoğlu: Çok güzel bir soru, ben de bulamıyorum. Mesela neden yapımcı oldunuz diye sorsaydınız size cevabını hemen verirdim. Çünkü Herkes Kendi Evinde filminin yapımcısı filmi bir televizyon şirketine sattı. Halbuki benim iznimin olması gerekiyordu, telif kanunu gereği ve onunla yaptığımız sözleşmenin gereği. Ben de o televizyon şirketini mahkemeye verdim. Mahkemeyi kazandım. Televizyon şirketi de kazandığım mahkemeden dolayı sanırım filmi saklıyor, çıkartmıyor ortaya. En son kendim gidip filmi bütün haklarıyla alayım dedim. Öyle bir rakam istedi ki öyle bir şey yok yani, ben öyle bir şeyi karşılayamam. Ama maalesef o film şu anda tahrip oldu mu, ne durumda, ses kuşağı ya da görüntüleri. Çünkü negatif çekilmişti o da, ne durumda bilmiyorum ve o filmi tekrar ortaya çıkarmayı çok isterim. Çünkü çok değerli oyuncuların yer aldığı bir film o. Erol Keskin gibi, Şükran Güngör gibi çok önemli oyuncular var. O yüzden o filmi ortaya çıktığında belki benim filmlerimin, ilk film anlamında, teması da belki bir anlamda ne kadar birbirlerini besledikleri filmlerin ortaya çıkışında, daha net anlaşılabilir diye düşünüyorum.
"(Buğday’da) aslında bilgiyi, bilimi tartışmak istedim"
Barışkan Ünal: Buğday hem bir açıdan sizin sinematografinizi aynen yansıtıyor; felsefi olarak insanın var olma krizleri, inanç, felsefe var içinde ama bir yandan da diğerlerinden hem diyalog açısından hem de tema açısından farklılaşıyor. Türk sinemasında, özellikle sanat sinemasında distopya üzerinden anlatı çok rastlamadığımız bir şeydi. O yüzden merak ediyorum distopya üzerinden anlatmak nereden aklınıza geldi?
Semih Kaplanoğlu: Aslında bugün anlatıyoruz burada da, distopya diyorlar ama bugün yaşadığımız şey aslında bu şu anda bizim. Bir yandan insanoğlu bilimde, teknikte gelişirken öte tarafta o bilim ve teknik bir sürü sorun yaratıyor. İşte GDO'lar, bunların insanı hasta edişi, toprağın kirlenmesi, bozulması ve bütün bunların içerisinde biraz ben aslında bilgiyi, bilimi tartışmak istedim. Bir yandan da hala ekip biçen birisiyim. Bir bahçemiz var. Toprakla her zaman bir alakam oldu. Buğday’da savaşlar, mülteciler var. Bu savaşların çıkmasından çok önce, mültecilerin çıkmasından çok önce yazıldı. Bir tür gelecekteki dünyanın nereye doğru gittiğine dair düşünceler onun üzerine kurduğum bir film bu.
"GDO’yu üreten bir tohum şirketi, benim filmim Hindistan'da vizyona girmesine engel oldu"
Semih Kaplanoğlu: Beni o filmi yapmaya iten şeylerden bir tanesi şuydu: Şimdi GDO'lu tohum üretiyorlar. Onu üreten firma aynı zamanda tarım ilacı da üretiyor. Tarım ilacını üreten o aynı firma hasta olan, kötü hastalıkları yakalanan insanlar için ilaç da üretiyor. Şimdi baksanıza sizi hasta ediyor, hastalığınızı tamir etmek için ilacı da üretiyor ama sizi hasta etmeye de devam ediyor. Bu çemberi, buradaki insanlığa ihaneti anlatmak istedim. Mesela bir tohum şirketi yani GDO’yu üreten bir tohum şirketi, benim filmimin Hindistan'da vizyona girmesine engel oldu mesela. Hindistan'da dağıtımcıya baskı yaptılar ve filmin dağıtılmasına Hindistan'da engel oldular. Yani o kadar ciddi bir konu ki bu. O yüzden o film aslında yurt dışında da Almanya'da da, çünkü orada işaret ettiğimiz firmayı yani şimdi ismin vermeyim, burada şey olarak hepinizin bildiği bir ilaç firması aynı zamanda gübre de üretiyor, aynı zamanda GDO da üretiyor, tarım ilacı da üretiyor. Bu tarım ilacı ile mesela Bağlılık Hasan'da da var. Toprakla ilgili, tarımla ilgili konular benim için hassas konular ve o konuları aktarmak istedim.
"Yeni bir film yapma çabası içindeyim ama ekonomik zorluklar, biraz zor ilerliyor"
Barışkan Ünal: Programı kapatırken şu son soruyu soracağım. Birçok güzel filminiz var ama sizin için daha farklı olan bir tanesi var mı? Ya da isminizin yanına biri yazılmak istense ilk hangi filmi görmek istersiniz?
Semih Kaplanoğlu: Bu değişiyor. Aslında henüz çekmediğim filmler en iyi filmlerim. Öyle söyleyeyim.
Yeni bir film yapma çabası içerisindeyim. Bir yandan tiyatro yönetmenliği yapıyorum. Şu sıra Devlet Tiyatrosu'nda İstanbul'da hazırlıyoruz, bir oyun hazırlıyoruz. Bir yandan da bizim çok önemli bir şairimiz var Niyazi Mısri adında. Bu şair çok dertli birisi. O şairin hayat hikayesine ilhamla bir senaryo yazdım. Adını İnsan koydum. O filmi yapmak istiyorum. Ama işte ekonomik şartlar, zorluklar vs. biraz zor ilerliyor.